Ailemle birlikte Eindhoven’a taşınalı 6 aydan fazla zaman geçti. Bildiğiniz gibi, son 5-6 yılda benim gibi Türkiye’den yurt dışına çalışmaya giden çok sayıda HSM (Highly Skilled Migrant) oldu, ve çoğu da bir blog ve/veya vlog sahibi. Benim yazacağım yazının da bu yazılardan büyük bir farkı yok, bir diğer Expat seyahatnâmesi.
Yukarıda bahsettiğim yazılar ve videolar, bizim de gelmeden önce çok faydalandığımız kaynaklardı, en ufak bir bilgi kırıntısı için bile aranıp taranıyorduk. O zamanlar çok yardımı oldu. Şahsen kimseye tavsiye vermeyi sevmiyorum, herkesin beklentileri, mutlu olduğu şeyler kendine. O yüzden mukayese, bu ya da o ülkeyi övme, tavsiye verme amacından ziyade, kendi gözlemlerimi ve deneyimlerimi samimi bir şekilde aktarmak niyetindeyim, belki içerisinden kendine bir fayda çıkaran da olursa ne âlâ.
Eğer belli bir konudaki detayları ya da neyin nasıl olduğunu merak eden olursa da yorumlar kısmında/e-posta adresimde buluşalım. Elimden gelen bilgi ve yardımı yapmaya çalışırım naçizane.
Part 1: One Way Flight, Bekar Hayatı
Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi, gideceğimin kesinleşmesinden sonra olaylar oldukça hızlı gelişti. Kendimi bir anda istifa etmiş, bavulu hazır, uçak bileti elinde, MVV damgası pasaportuna işlenmiş şekilde tanıdıklarımla vedalaşırken buldum.
11 Ocak 2020 Cumartesi sabahı, 08:30 Esenboğa-Sabiha Gökçen-Eindhoven aktarmalı uçuşuma beni kardeşim ve annem bıraktılar. Özge evde Ekin ile birlikte kaldı. Özge ve Ekin’in vize işlemleri ben Eindhoven’a geldikten sonra başlayacağı için ben tek başıma 1 battal boy valizle yola çıktım.

Gudbay Ankara, gudbay Türkije…
Bu arada ilginç bir not da şöyle ki; ben hayatımda ilk defa tek uçtum. Havaalanları, uçuş prosedürleri ve bin tane kontrol noktası beni çok geriyor. Hele ki aktarma. Kapı değişikliği. Rötar. Yer yön bulmada da hafızam zayıf olduğu için, genelde yanımda ikinci bir kişi olunca daha rahat ediyorum, hata olasılığı azalıyor gibi geliyor. Ama bu sefer Wingman’siz uçtum ve her şeyi iki kez kontrol ede ede geldim.
Yerel saatle 13:00 civarında ayak bastım Eindhoven’a.

Hello, Hollanda.
İndikten sonra ilk çektiğim fotoğraf şöyle saçma bir şeydi, ama enstantane işte. Hatıra olarak paylaşmak istedim.

Eindhoven havalimanı çıkışı. Kuvvetli bir rüzgar vardı.
Eindhoven’a ayak basar basmaz SDT’de uzun süre beraber çalıştığımız ve benden 6 ay önce ASML’ye çalışmaya gelen Murat sağ olsun beni karşıladı. Yol bilmeyik iz bilmeyik gurban. Sağ olsun gelmeden önceki hazırlıklarda da geldikten sonra da yolumuza asfalt attı.

Hollanda yaramış, epey kilo almış ellâm…
İlk olarak ne otobüs kartı, ne market alışverişi ne de yemek. Direkt olarak Decathlon’a götür la beni dedim, bisiklet alalım. Best’teki Decathlon’a gittik ve güzel ve sağlam bir hibrit B-Twin aldım kendime.
Buradaki insanlar daha ziyade uzun ve dar gidonlu, 3 ya da 4 vitesli şehir bisikletlerini tercih ediyorlar, aslında çok rahat görünüyor ama ben nedense onlarla bir türlü rahat edemiyorum. Yerden fazla yüksek geliyor ve gidon şeklinden dolayı hakimiyeti daha zor gibi geliyor. Hele ki bazısı kontrapedal veya vitessiz.

Klasik bir daç bisikleti.
Ben yine çocukluğumdan beri alışık olduğum tarzda düşük gidon, 9 vites bir bisiklet aldım (dümdüz olan bir ülkede vitesin çok anlamı var mı bilmiyorum ama yine de…). Tabiri caizse buradaki arabam olacağı için bir ton da aksesuar aldım (pimp my ride).

Şu orta üstte asılı duranlardan sağdaki (Riverside 500) benim oldu.
Bisiklet, Türkiye’de neredeyse sadece çocukların bindiği bir eğlence aracı/oyuncak gibi görülür ama benim için asla öyle olmadı. Ömrüm boyunca bisiklete severek bindim, ulaşım için dahi bindim. Tanıdığım çoğu insan buna şaşırarak hatta küçümseyerek baksa bile, arabayla giderken dahi can güvenliğimin olmadığı caddelerde, kaldırımlarda sürmem gerekse bile, bisikleti günlük hayatıma sokmaya çalıştım.
Hatta bir keresinde işyerinde bir patron bana sabah girerken sordu “hayırdır koşarak mı geldin” diye, hayır bisikletle dediğimde bana “niye, araban yok mu?” diyerek gerizekalıya bakar gibi bakmıştı. Bisiklete bakış açısı bu yani işte aşağı yukarı.
34 yıldır bisikleti tanımayan bir şehirde bisikletle yaşamaya çalışan birinin 34 yaşında bisiklet yolu kavramıyla, bisikletlere geçiş üstünlüğü, işe bisikletle gidip geldiğin sürenin izinlerine eklenmesi gibi şeylerle tanışması, nereden baksanız duygusal bir şey.
Sonra McDonalds’ta bir yemek yedikten ve otobüs kartı ile SIM kartı (Lebara) aldıktan sonra Murat beni eve bıraktı.

Avrupa’da yolların ve trafiğin düzgünlüğü bildiğimiz bir şeydi ama insan yine de hayret etmekten kendini alamıyor.
Geçici olarak ikamet edeceğim yer, Philips Bedrijfsschool diye geçen, eski bir Philips okul binası. Zaten bina böyle çok eski, ODTÜ’nün saf dökme beton binaları gibi. Yeni renove edilmiş, bölümlenmiş ve 450 tane daire yapılmış içine. Holland2Stay adlı firma tarafından 5 aylık kontratlar şeklinde kiralıyorlardı.
Aslında baktığınızda içine stüdyo daireler kondurulmuş büyük bir otel gibi. Daireler de zaten eşyalı meşyalı. Kalıcı evimizi bulana kadar bizi birkaç ay idare edecek bir ev.
Benim tuttuğum daire, en üst katta terası olan ve çok güzel bir Eindhoven manzarası olan bir daireydi. Camdan PSV Stadyumu görülebiliyordu.

Eve girer girmez çektiğim ilk fotoğraf
Günlerce fotoğraflarına baktığın, çevresini Google Street View’da gezdiğin, hayal kurduğun yere ilk defa gidip kanlı canlı gördüğünde çok enteresan geliyor. Hayal gerçek oluncaki o tuhaf his.
Oldukça modern, minimalist ve kullanışlı mobilyalar seçmişler. Özellikle mutfağı çok güzeldi. Ütü yapmak ve çamaşır asmak için ayrı bir odası vardı. 50 mbit internet, içerisinde Netflix, Spotify falan yüklü olan bir televizyon da koymuşlardı ki bu açık ara en büyük iyilik oldu bana burada kalacağım süre boyunca. Evlerin içinde çamaşır/kurutma makinesi yoktu, bunun yerine binanın giriş katındaki ortak çamaşırhaneyi kullanıyordu herkes.
Eve geldikten sonraki ilk fotoğrafları bizimkilere gönderdiğimde çok beğenmiş ve sevinmişlerdi. Çünkü insanın şehir değiştirinceki ilk evi, ilk deneyimi önemli diye düşünüyorduk. Bu nedenle içinde aile olarak da ilk birkaç ay boyunca rahat yaşayabileceğimiz bir yer seçmeye çalışmıştık. Evin bu kadar nezih ve ferah olması hepimizin moralini düzeltmişti.
Hollanda’ya gideceğimi söylediğimde herkesten benzer şeyler duymuştum: “ev bulmak çok zor, çok erkenden bakmaya başlasan iyi olur” ve “kiralar çok yüksek”. Bu yüzden gelmeden yaklaşık 25 gün öncesinde ev bakmaya başlamıştım ama belki de benim şansımın yaver gitmiş olması sonucu şakkadanak diye de evi buldum. Daha küçük ve ucuz seçenekleri vardı ama Ekin’in de içinde yaşayacağını düşünerek biraz daha büyük, düz ayak (bazı dairelerde asma kat yapmışlar, dik bir merdivenle çıkıldığı için çocuklu aileye uygun değil) 2 odalı bir daire tuttuk. Belli ki evin ilk kiracısı da bendim, her şeyi ambalajından ben çıkardım.
Bu eve ödediğimiz kira 1150 euro idi. Esasen 1450 euro idi ama 300 euro’sunu her ayın sonunda geri ödediler (kampanya gibi bir şey varmış sanırım). Bana göre oldukça uygun geldi ve daha fazla aramakla uğraşmak istemedim, tuttum bu evi.
Ve bu ev gerçekten bize ilk yerleşimimiz ve şehri tanımamızda ziyadesiyle hizmet etti, oldukça rahat ettik. İlerideki kısımlarda Ekin ve Özge’nin gelmesi sonrası tekrar bu konuya değineceğim.
Fakat benim bu evde ilk akşamki deneyimlerim pek mutluluk verici değildi.
Her şeyden önce bu bina oldukça yeni olduğu için, hala birçok yeri tadilat halindeydi. Evin içerisine girdiğimde birçok yerin daha yeni tadilat gördüğünü, bu nedenle yerlerde ve hemen hemen tüm yüzeylerde ince bir inşaat tozu tabakası olduğunu gördüm. Herhangi bir şeyi kullanmadan önce epey bir temizlemek zorunda kalıyordum, tüm evdeki dolap içlerini, tezgahları, yani HER yeri silmek zorunda kaldım bir hafta boyunca (sonradan evden çıkarken öğrendim ki eğer yönetime haber verseymişim eve temizlikçi göndererek temizletebilirlermişti. Bilemedik). Ve akşam eve ilk girdiğimde ne temizlik malzemem vardı ne de enerjim. Sadece bir şeyler yiyip, bizimkileri arayıp yatıp uyumak istiyordum ama muhtemelen göremesem de yatağın üstü bile toz içindeydi.

Selamlar olsun Adanalı gurbetçi gardaşım…
Bir şeyler yemek için de bir şeyler almak gerekiyor tabi. Saat geç olmuş ve hava kararmaktaydı ama yakınlarda illa ki bir Albırthayn (Albert Heijn) ya da Yumbo (Jumbo) vardır diye düşündüm. Şehirde o kadar yeniydim ki kelimenin tam anlamıyla turist gibi yönümü bulmaya çalışıyordum. Bu, heyecan verici ve eğlenceli olduğu kadar zordu da. Gerçek bir RPG/Action FPS oyunu gibi.
Google Maps’ten yakınlarda bir market ararken 1-2 km uzakta bir AH buldum (sonradan daha yakında başka bir tane daha olduğunu öğrenecektim… Bad Google Maps skills). 8’e kadar açık diyordu o yüzden biraz elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Çabucak bisiklete atlayıp buraya doğru yola çıktım. Hava karanlık, soğuk ve hafif yağmurluydu. Bisikletimin ön tekerinin fren ayarının bozuk olduğunu fark ettim, vitesler de ayarsızdı, sürekli kendi kendine geçiş yapıyordu. Aldığımda bunları yaptıracak vakit olmamıştı ve kendi yapabileceğim alet setim de yoktu. Bisikleti sürmek oldukça sıkıntılıydı, yoruldum ve terledim.
AH’nin bulunduğu bina tadilattaymış. Etrafı tenteyle çeviriliydi. Ve etrafında ne bir AH tabelası ne bir şey vardı. Süpermarketin girişini bulmam 20 dakika aldı. Bisiklet yollarının kurallarını henüz anlayamamıştım, bazı yerlerde ters yönden gittiğimi ya da bisikletin girmemesi gereken yollara girdiğimi fark ettim. Islanmış, terlemiş, üşümüş, yorgun, aç ve mutsuzdum. Daha ilk akşamdan bunlar sert gelmişti. Basit bir ekmek su almak bu kadar zor olmamalıydı diye düşünüyordum kendi kendime.

Marketin girişi. Akşam karanlığında daha da zordu görmesi. 6 kere önünden geçtikten sonra bulabildim
Neyse, bir şekilde ihtiyaçlarımı aldım. Bisikletin çantalarına yerleştirdim ve yola çıktım.
Bu sefer de dönüş yolunu ararken kayboldum. Google Maps sürekli beni saçma sapan bir yola saptırıyordu fakat bu yol bir bisiklet yolu değildi. Google’a küfür ede ede kendim bir şekilde dönüşü bulmaya uğraştım. Aşırı yorgun ve mutsuzdum. Nihayet kendimi eve atmayı başardım. Aldığım hazır pizzamsı bir şeyler, ekstra light yoğurt (sonradan fark ettim yağsız olduğunu, hayatta tercih etmediğim bir şeydir), meyve suyu (bu da garip aromalı bir gazoz çıktı) falan gibi şeyleri tüketerek biraz olsun enerji kazanmaya çalıştım.

İlk acemilikle aldığım birbirinden alakasız ürünler
Homeless yemeği gibi di mi.
Kahve olsa çok daha mutlu olurdum ama bırak kahveyi, artık su içecek durumda bile değildim. Bizimkileri arayarak kısa kısa görüştüm. Hemen geberip yatmak istiyordum.
Ama tam bu noktada da, evde hiç yorgan/yastık olmadığı gerçeğini hatırladım.

Scheiße.
Artık saat bir yerlere gidip bir şeyler alamayacak kadar geç olmuştu ve zaten vücut pilim bitmek üzereydi. Ev, benden önce içinde kimse yaşamadığı için, kaloriferleri gelir gelmez açmama rağmen ısınmamıştı (4 metre tavanla nereye ısınsın). İlk gece bavulda bulduğum kazak mazak ne varsa üzerime sermek suretiyle sokak köpeği gibi huzursuz bir uyku uyudum. Hayatımda uyuduğum en kötü uykular sıralamasında ilk 3’ü rahatlıkla var. Sürekli bi yerlerim açıldı, üşüdüm ve nevresim olmadığı için de hijyen açısından da huzursuz hissettim. Yani nedense evde yastık yorgan olmayacağını hiç aklımıza getirmemiştik, ama düşününce neden olsun ki, otel değil sonuçta, ve kişisel bir ürün.
Gördüğünüz gibi yeni şehirdeki ilk deneyimim için söylenebilecek tek şey, sefillique idi.
Ama ertesi sabah uyanıp camdan dışarı baktığımda bütün moralim düzeldi.
Yeni bir ülkedeydim, yeni bir şehirdeydim, yeni bir hayatın başlangıç noktasındaydım. Hava fena değildi, insanlar bisikletlerine binmiş vızır vızır geziyordu. Evlerin çatıları çok güzel gözüküyordu.

Eindhoven’a 8. kattan bakma fırsatı da insanın eline her zaman geçmeyebilir.
Zorluklar için zihnimi gelmeden önce çokça hazırlamıştım. Basit sorunların moralimi bozmasına izin vermemeye çalıştım. Neticede sorun çözmek, bir problemi, ne kadar büyük olursa olsun bölüp parçalayarak çözüme kavuşturmak sevdiğim şeylerdi (D & C). Bu sorunlar da çözülemeyecek şeyler değildi.
Hemen işe koyuldum. Öncelikle sabah çok sıkı bir kahvaltı yaptım. Güzel bir omlet, yanına jambon ve kuruyemiş gömdüm. Ardından çok önemli bir ihtiyacımı gidermeye gelmişti sıra: kahve. Haritayı açarak yakınlarda kahve içebileceğim bir yer aradım. Şansıma, neredeyse 2 sokak ötede bir kahve mekanı buldum. Mekan Eindhoven’ın en güzel ve eski kahve mekanlarından biri çıktı. Burada uzun uzun oturup harika hazırlanmış taze kahvemi içtim, fotoğraf çektim. Bu benim moralimi tekrar zirveye çıkardı.

Butik bir kahve mekanı olan Koffiehuisje
Sonrasında da bisikleti merkezdeki Decathlon’a götürüp ayarlarını yaptırdım, çiçek gibi oldu. Merkeze gitmişken bir de Primark’a uğrayıp yastık yorgan aldım.

Eindhoven merkez ve hayatımı kurtaran Primark.
Ellerim kollarım, tüm çantalarım dolu şekilde bisikleti süre süre eve ulaştım. Hemen yorganı yastığı açtım serdim. Önceki geceki tüm mutsuzluğumu unuttum o anda. Artık ev daha sevimli görünmeye başlamıştı gözüme.

Çok şükür
Ama hala bunlar dışında beni bu evdeyken epey rahatsız eden 3 durum daha vardı.
Birincisi, çok uzun pencereler nedeniyle sürekli içeri rüzgar ve soğuk girmesiydi (yerden ısıtma bu konuda pek randıman sağlamıyor). Bu konuda da H2S yönetimine perdesiz odalara, özellikle salona kalın perdeler tedarik etmeleri şeklinde bir talep yönelttim. Hava rüzgarlı olduğunda gerçekten salonda oturulmuyordu çünkü. Sağ olsunlar bir iki hafta içinde getirip taktılar perdeleri. Bu bir nebze bu sorunu halletti.
Diğer sorun, kapıların içeriden zincirlenememesi. Kapı dışarıdan RF boncukla açıldığı için, elinde sizin boncuğun kopyası olan birileri herhangi bir zamanda açıp içeri girebilir. Zira bir gün evde otururken kapı zart diye açıldı, içeri hebele hübele diye bir ton adam girdi. Haydaa noluyo derken aralarından biri “ay çok pardon, biz ev boş zannettik” bilmemne dedi. Dedim eve nasıl girebildiniz peki, “ben bina bakım sorumlusuyum, bende master key var onla girdik” dedi. La olm zile bassanıza. Hey allahım ya, neyse terasa lamba takmaya gelmişlermiş. Nitekim, 2 gün öncesinden mail atmışlardı ama ben onu unuttum gitti.
Sonrasında binlerce kez özür dileseler, iki büklüm olsalar da böyle eve Marauder gibi girmeleri beni ziyadesiyle tedirgin etti. İçlerinden biri Türk olduğumu öğrenince aşırı sevindi, Kosova’lıymış. Çat pat İngilizce bir şekilde eniştem Türk benim dedi falan, ülkeniz çok güzel, İzmir Çeşme, çok güzel dedi. He dayı he, Çeşme.
Bu ev kapısında zincir olmaması özellikle gece uyurken inceden tedirginlik yaratan bir faktör oldu benim için. Kapıda sürgü ya da zincir olsa çok daha rahat ederdim kesinlikle. Umarım bizden sonra takmışlardır.
Son olarak da binanın giriş katına yaptıkları restoran gibi bir şey nedeniyle her haftaiçi sabah tamı tamına (dakikası sekmedi) 07:40’ta başlayan delgeç sesi.
Bu inşaat nedeniyle binadan 2 buçuk ay boyunca toz toprak gürültü eksik olmadı, asansörler yük taşımakta kullanıldığı için sürekli meşgul veya bozuktu. Yani bu inşaat da aslında evle ilgili olumsuzlukların bir diğeriydi diyebilirim.
Bu lanet olası inşaat biz evi tahliye edene kadar da bitmedi. Birkaç ay sonra önünden geçerken baktım bitmiş ve cillop gibi bir restoran olmuştu. Cefasını o kadar çektik, bir ara gelip bir lanet olası kahvelerini içeceğim.
Bunlar tabi bir ölçüde merkeze yakın oturmanın bedelleriydi. Daha fazla gürültü, daha fazla trafik ve daha konsantre yaşam alanları. Ama evden çıktıktan 7 dakika sonra Eindhoven meydanına gidebilmek de gerçekten hoş bir şeydi.
Her neyse, bekarlık günlerim böylece başlamıştı. ASML’deki işim, ayın 20’sinde başlayacağı için 1 hafta boyunca boştum. Evi temizleme ve yerleştirme, alışveriş yapma, resmi dairelerdeki işleri halletme, banka hesabı falan gibi işler zaten 1 haftaya yakın sürdü. Evime daha yakın olan Strijpsestraat’daki Albert Heijn’dan birkaç kez git gel yaparak evin erzak eksiklerini tamamladım. O bisikletle neler taşıdım, tek seferde kaç kilo taşıdım var ya…

BanaBi kuryesi mode
Ama birazcık gezme fırsatı da buldum. Genel olarak çok fazla park bahçe gezmek yerine (onları Özge ve Ekin gelinceye saklıyordum) Eindhoven merkezini, önemli yerleri (örneğin IKEA, Action, Belediye binasının olduğu meydan, Kebapçılar vb.) keşfetmeye başladım (sonuncuda ciddi değilim). Bir yandan da fırsat buldukça evin kritik eksiklerini alıyordum.
İlk gittiğim hafta gerçekten çok fazla iş hallettim ama çok da yoruldum. Temizlik malzemesi al, temizle, eksikleri gider, resmi evrak işlerine koştur derken; zaten aylardır eşya toparlama, stres, hava değişimi gibi faktörler nedeniyle zorlanmış olan bünye topu attı. Gittikten tam 2 hafta sonrası bir Cuma gecesi fena şekilde ateşim çıktı ve 2 gün boyunca düşmedi. Neyse ki yanımda Parasetamol ve Ibuprofen hapları vardı, başka binbir türlü ilaç daha vardı. Fakat ateş ölçer yoktu ne hikmetse. Ateşimin ne kadar yükseldiğini sonradan kolumdaki nabız ölçen saatin verisinden anlayabiliyorum.

Normalde 50-60 arasında olan dinlenme nabzım 80’lere çıkmış.
Tek başına hasta olmak gerçekten zor, bilen bilir. O kadar yıkıktım ki, susuzluktan ve yüksek ateşten ağzım kupkuru olmasına rağmen kalkıp su içecek gücü bulamadığım oluyordu. Sürekli terliyordum ve 4-5 saatte bir üst baş değiştirmem gerekiyordu. Tabi bunları Özge’ye ya da annemlere söylemiyordum, “yatıyorum ilaç aldım, iyiyim” diyordum. 2 gece 3 gün şuursuzca yattım. Günde 11-12 saat uyuyordum. Hemen hemen hiçbir şey yemedim, bir tek bi paket Oreo ile hazır çorba yedim sanırım. Uyanıkken de odada halsizce tek başıma yatıyor, telefonda Tweet okuyor, zaten hastalık karamsarlığının üzerine bir de dünyada olan iç karartıcı haberleri görüyor, Çin’de Covid-19’un yayılışını falan okuyordum. Ya ben de bu virüsü kaptıysam endişesine kapılıyordum. Tabi o zamanlar ilk çıkan haberler çok fantastikti, işte 24 saat içinde direkt öldürüyor, zombiye dönüştürüyor falan diyen bile vardı. “Virüsün tek çaresi üzüm sirkesiymiş, kesin bilgi, yayalım” şeklinde bir WhatsApp sirkülasyon mesajı vardı en çok ona güldüm.
Özetle, bu birkaç gün oldukça zor ve kötü geçti. Moralim epey kötüydü.
Pazartesi günü işyerine durumumla ilgili mail attım, geçmiş olsun dilediler ve iyileşene kadar işe gelmememi söylediler.
Hastalık benim entegrasyon sürecimi hem fiziksel olarak hem de mental olarak baltalasa da oldukça çabuk atlattım. Salı günü işe gittiğimde “aman ha Covid falan olmuş olmayasın, uzak dur biraz” esprileri ile karşılandım. O sırada kimse bu meretin tüm dünyayı esaslı şekilde vuracağını ve “uzak dur biraz”ın yeni norm olacağını tahmin etmiyordu tabi.
Evin eksiklerini giderip, temizleyip, eşyaları bavuldan çıkararak dolaplara yerleştirince, biraz da erzak falan stoklamayı başarıp, yemek falan yapmaya da başlayınca, ev iyice eve benzemeye başladı ve hayatımda stabil bir düzen oluşmaya başladı. Etrafı da biraz daha iyi öğrendiğim için daha rahat hareket etmeye başladım. Bunlar da benim hoşuma gitmeye başlamıştı. Buna çokça bahsedilen “Balayı Dönemi” denebilir sanırım.

İçerik farklı olunca emprovize birçok yemek çıktı ortaya. Şu tavada ne pişirdiğimi ben bile bilmiyorum, ne bulduysam attım.
Bu arada da, marketten aldığım her ürünün ne olduğunu, içeriğini anlamak gibi her gün hayatımda olan bir challenge ile karşı karşıya kaldım. Google Translate sağ olsun baya bir yardımı oldu ama, basit bir market alışverişinin 10 dakika yerine 1 saatte tamamlanmasına sebep olan bir durumdu. Soğan, patates, yumurta, tuz gibi belli başlı temel içeriklerin (işte örneğin hazır çorba ya da meyve suyu alacaksam içerisinde neler olduğunu bilmek amacıyla) Hollanda’ca karşılıklarını hızla öğrenmeye çalıştım. Yani neyse ki içerik üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için kolay. Tabi içinde ne olduğunu tam anlamadan alıp çok saçma bir şey çıktığı için atmak zorunda kaldığım şeyler de oldu. Örneğin hazır satılan bazı yemeklerde maydonoz (Peterselie) yerine kişniş (Koriander) kullanmaları ve benim bu bitkinin kokusundan aşırı rahatsız olmam gibi. Yani genelde gerçekten pek yemek ayırmam ve aromalı birçok bitkiyi (Dereotu, Fesleğen) çok severek tüketirim ama bu Kişniş beni çok rahatsız ediyor, kokusunu 200 metreden tanırım ve onu bir türlü sevemedim.
Bir kere de gerçekten rezalet bir hazır Noodle almıştım, deniz ürünlü gibi ama kokusu katlanılacak gibi değildi. Sonra Soba marka Sukiyaki Beef aromalı olandan hiç şaşmadım.
Yani özetlemek gerekirse çok büyük bir sorun yaşamadım buradaki gıda ürünleri ile, tavuk da yedim, et de yedim, her türlü sebze de yedim. Sindirim sistemime de pek olumsuz bir etki yapmadı (laxation/constipation) bu ürünler. Kimisi baya hiçbir şey yiyemediğinden bahsetmiş de, herhalde benim bünye çok sorgulamadı, öğüttü geçti.
Bu haftalarda, benden önce Eindhoven’a gelmiş bazı arkadaşlarımla buluştum, onlarla görüşmek de bana oldukça iyi geliyordu.
Her şey yoluna girmiş gibiydi.
Ama bu sefer de özlem faktörü beni fena halde yıpratmaya başlamıştı.
Her akşam Özge ve Ekin’le görüntülü konuşuyorduk. Fakat yine de telefonu kapattığım andan itibaren özlem daha da artıyordu.
Onların bir an önce yanımda olmasını, onlara kavuşmayı çok istiyordum. Bıdır bıdır konuşuyordu bizimki telefondan bana, olanlara anlam da veremiyordu. “Babiş, nereye gittin, neden gittin, gelecek misin” gibi sorular soruyordu. Bu da beni ayrı bir üzüyordu.

Yine bıdır bıdır bir şeyler anlatıyor…
Bizimkilerden bu kadar süre ayrı kalmak, itiraf etmeliyim ki şu tüm süreç boyunca beni en çok (hatta tek) sarsan şey oldu. Ve açıkçası, yalnız başına hayatta kalmayı beceren bir kişi olduğumu düşünmeme rağmen yalnızlığa hiç alışık olmadığımı gördüm. Özellikle de Ekin doğduktan sonraki 3 yıllık hareketli hayatı bir anda geride bırakmak, gün içinde olan olayları eve geldiğimde anlatacak biri olmaması, evde bir hareket olmaması beni etkilemiş gibiydi. Özetle bekarlık, sultanlık olmaktan çıkmıştı benim için.
Halet-i ruhiyem yıkıklıkla coping arasında gidip geldi bu yalnız yaşadığım 1 ayda. Tek isteğim, bizim kızların sağ salim yanıma gelmesiydi, başka hiçbir şey istemiyordum hayattan o an için. Ama vizelerinin çıkmasına en az 1 buçuk ay var denmişti bize. Bu süre nasıl geçecek bilmiyorduk.
Ben de bu sürede kendimi oyalamak ve yalnızlığımı gidermek için Big Bang Theory (baştan) ile The Good Place’i bitirdim, ara ara Friends’e sardım ama eskisi gibi sarmadı. Bu tür diziler insana yalnızlığı etkili şekilde unutturuyor. Bunun dışında bir tur XCOM, bir tur da Civ5 oynadım, Thinking Fast & Slow kitabında 20 sayfa ilerlemeyi başardım. Özellikle sonuncu başarımla gerçekten gurur duyuyorum. 1 buçuk ayda 20 sayfa. Müthiş. O kadarını 3 ayda okuyamamıştım.
Neyse ki o esnada bir yandan işe başlamıştım ve bu da biraz kafamı meşgul tutarak beni yalnızlıktan ve özlemden bir nebze koruyordu. Özellikle işyerinde öğrenmem gereken o kadar çok şey vardı ve o kadar çok eğitime giriyordum ki. Bunlar benim kafamı yaktığı için başka bir şey düşünmeye çok az fırsat kalıyordu.
Ama o 1,5 ay bunlara rağmen zor geçti. Zaman zaman gerçekten daraldım. Görüntülü konuşmalar sırasında evden kesitler gördükçe de homesick hissediyor, “ne halt yemeye kabul ettim ben bu işi, rahatımı, evimi, ailemi bırakıp tek başıma geldim buraya ya” düşüncesi, herkes gibi beni de ara ara yokluyordu. Yarım hissediyordum yani.
Ama bu buhranlar rasyonel zihinden süzülünce çok uzun sürmüyordu. Perdeyi açıp aşağıdaki şehre baktığımda, bizimkiler geldikten sonra gezeceğimiz yerleri düşündükçe hep moralim düzeldi.
Burada olmanın getirdiği yeni olasılıkları, yeni imkanları düşününce umutsuzluğum geçiyordu. Mücadele azmim geri geliyordu. Sadece biraz daha sabır gerektiğini anlıyordum.
İşe gelecek olursak, ASML gerçekten enteresan bir firmaymış. Çeşitliliği ve çalışanlarına en üst derecede değer vermeyi firma kültürü haline getirmiş bir firma gördüğüm kadarıyla. Üretilen cihaz zaten tarif edilemeyecek kadar karmaşık ve fizik kurallarının sınırlarında dolaşan bir alet. Merak eden için bir link paylaşayım. Yani o ilk eğitimlerde anlatılan şeyleri aklım hayalim almadı, böyle bir şeyi insan ırkı mı inşa etti, nasıl yaptı diye düşündüm durdum. Ama düşününce bu kadar teknolojinin ve ar-ge’nin çıktısı ele ayağa düşmüş bir teknoloji (mikroçip) üretmekten ötesi değil. Yine de insan hayret ediyor doğrusu.
Hal böyleyken üzerinde çalışan en ufak mekanik parçadan en ufak kod parçasına kadar her şey kılı kırk yararak yapılıyor. Yani kodlama biliyorum diye geziyorsun, sonra bildiğin her şeyi unutup birçok şeyi baştan öğrenmen gerekiyor. Çünkü dangıl dungul kod yazmaya kesinlikle tolerans yok. Ayrıca çok sıkı kaynak kontrolü ve dokümantasyon da şirketin olmazsa olmazları. Bir haftalık delivery akışları var, ilk gösterdiklerinde oturup ağladım. Bunu nasıl öğreneceğim ben diye. Hani kod yazmanın dışındaki mekanizmalar da fazlaca entegre ve aşırı derece itinalı olmak zorunda. Makinenin içerisine girecek tek bir yanlış kod satırının sonucu kaybedilen on binlerce euro anlamına geliyor çünkü anlatıldığı kadarıyla.
Bunlar; kişiyi konfor bölgesinden çıkaran, beynini uyaran, sürekli diken üstünde olmasını sağlayan ve yeteneklerini daima bileylemesini sağlayan şeyler olması itibariyle çok olumlu. Fakat önümde gerçekten çok uzun ve meşakkatli bir öğrenme süreci olduğu da gerçekti.
Bir de planlama konusuna aşırı derecede fazla zaman ve kaynak ayırıyorlar, işgücü tahmini, aylık planlar, yıllık planlar, 5 yıllık yol haritaları diye gidiyor. Eski çalıştığım firmada planlama ve iş gücü tahmini gibi konulardaki başarısıyla (!) nam salmış biri olarak, bunlara alışması gerçekten çok zamanımı alacaktı.
Daha çalışmaya başlamadan önceki hafta, ana kampüsün çevresine keşfe gittim.

Karargahı keşiften ilk foto (tabi henüz içeri giremiyorum)
ASML’nin, Eindhoven çevresine saçılmış bir sürü binası var. Bu fotoğraf, Veldhoven’daki karargahtan. Karargah oldukça büyük bir kampüs. Ama benim çalışacağım yer başka bir yerdeki bir binaydı. Havaalanının hemen yanında bir ofis kompleksi (Flight Forum).

Flight Forum (benim masa, şu sol üst kattaki pencerelerden birinin hemen yanı)
Dediğim gibi, ilk 1,5 ay eğitimlerle şunlarla bunlarla geçti, ofise nadiren gittim. Özellikle de, eğlenceli ve yoğun bir yazılım eğitiminden sonra ufak ufak görevler almaya başladık yeni gelenler olarak. Ama hala gerçekten çok zorlanıyorduk ve bize de tam bir iş vermiyorlardı. Kod tabanı o kadar büyük ki, neresine nüfuz etmeniz gerektiği belli bile değil. Ayrıca kontekst de çok karmaşık. İşletilmeye çalışılan fonksiyonla ilgili Domain Knowledge olmadan çözüm üretmek aşırı zor. Bir dokümana saatlerce bakıp hiçbir şey anlamadığım oldu maalesef. Çünkü bahsedilen kavramlar fazlaca karmaşık bir makinenin kâh lensleriyle alakalı, kâh sensörleriyle. Bunların en azından ne işe yaradığını bilmeden problemleri çözmek zor.
Ama çalışma arkadaşlarımız bize bunun normal olduğunu, öğrenme sürecini kısa bir sprint değil, uzun soluklu bir maraton olarak görmemiz gerektiğini, alışma evresinin uzun olabileceğini ve endişe etmememizi söylediler. Bir sürü eğitim mevcut olduğunu, sırayla hepsini alacağımızı anlattılar. Aynı zamanda da firmanın artık yerleşmiş prosedürleri ve prosesleri olduğu için bunları takip etmek ve uygulamak çoğu zaman yeterli oluyordu. Tabi insan yine de, bir an önce bulunduğu platformu enine boyuna öğrenmek ve keşfetmek istiyor. Maalesef bu durumda bu, bu kadar kolay değil ve sabır gerekli. ASML’nin Philips’e bağlı küçük bir müdürlük olduğu zamanlardan beri orada bulunan kişiler bile konunun %100’üne hakim olmadıklarını söylüyorlar. Bu yüzden herkes makinenin bir parçasına odaklanıp onun üzerinde uzmanlaşmış (bir kez daha, böl ve yönet yönteminin başarısı).
Zaten genel olarak hissettiğim şey; sizin ne kadar yetenekli ya da dahî ya da ne bileyim, bilgili ya da deneyimli olduğunuzun burada fazla bir önemi yok. Dürüst bir şekilde çabalamanız, bir şeylere katkıda bulunmanız, sorumluluk almanız, takım olmanız ve işbirliğine yatkın olmanız yeterli. Zaten bu şekilde öğrenmeye, kendini geliştirmeye çabalayan birisi de görünüşe göre eninde sonunda buranın bir parçası haline geliyor ve gerçek anlamda katkıda bulunmaya başlıyor.
Stres, fazla mesai asla istemedikleri, hatta kızdıkları bir şey. Beni bir iki kere Pazar akşamları doküman güncellerken yakalayan Scrum Master’ımız “bunu lütfen yapma, tatilini tatil gibi kullan ki haftaiçine motive başla” diye uyarmıştı. Çok garip gelmişti bana. İş/Hayat dengesine ciddi derecede saygılı ve özenliler. Anladım ki bu bir şirket politikası veya bir kurallar silsilesi değil, bir kültür.
Günlük iletişim dilinin bir anda İngilizce’ye dönmesi de aslında ilk başta biraz yorucuydu bu arada. Bir de herkes uniform bir aksanla da konuşmuyor ki. 82 milletten adamın aksanını decode edene kadar gerçekten çok yorulmuştum. Türkçe konuşurken bile yeri gelip anlatmakta/anlamakta zorlandığın şeyleri bir de İngilizce gerçeklemek, gerçekten anormal miktarda enerji tüketiyordu. Akşam iş bitip otobüse binince beynimi bitmiş, yanmış hissediyordum ilk haftalar boyunca. Meşhur “dilleri karıştırma” olgusunu sıkça yaşadığım (Türkçe konuşurken dalıp İngilizce konuşmak ya da tam tersi), ya da anlamadığım halde bir cümleye kafa sallamışlığım oldu maalesef. Yıllarca eğitimini aldığım, yazılı ve sözlü pratiğim olan bir dil olmasına rağmen günlük kullanım yorucuydu.
Ama insan beyni her şeye alıştığı gibi bu meydan okumaya da alışıyor. Belli başlı aksanları çözmeye, belli kelimelerin belli (sıkça karşılaşılan) milletler tarafından nasıl telaffuz edildiğine, bazı terimlere, sıkça kullanılan kelimelere aşina olmaya başladıkça, handikap azalıyor. Bir de, dili tarzanca gibi değil de efektif ve akıcı kullanmayı çok istiyordum, zorlanmamın asıl sebebi sanırsam buydu. Aksanımı düzeltmem gerektiğini düşündüm, Acun aksanı ile konuşmak istemiyordum. Evde tek kaldığım süre içerisinde kendi kendime konuşarak pratik yapmaya çalıştım. Gerçekten işe yaradığını gördüm. Mesela hala bazı kelimelerin nasıl telaffuz edilmesi gerektiğiyle ilgili tereddüt yaşadığımı fark ettim. Örneğin “Pursue” kelimesini 10 farklı şekilde söylediğimi fark ettim ve hangisinin doğru olduğunu da bilmediğimi gördüm. Bunu öğrenmek için açıp önce dinlemem ve sonra telaffuz ederek egzersiz etmem gerekti, ama bir kez oturduktan sonra da kalıcı oluyor bu bilgi. Buna benzer birkaç kelimenin üzerine eğilmem gerekti ilk aylarda. Bu gibi dilin incelikleri, normalde derdinizi anlatabiliyorsanız fark etmeyecek gibi görünüyor ama, günlük hayatta kullandığınız bir dili biraz cilalamak, aktaracağınız şeyi daha net aktarmanızı ve diyaloğun kalitesinin artmasını sağlıyor.
Bir de herkes gerçekten çok güzel İngilizce konuşuyor. Yani her meslek dalından her insan İngilizceyi iyi bir seviyede konuşuyor ve yazıyor. Kullanılan vocabulary öyle Beginner seviyesinde değil. Ben bisiklet tamircisi bir amcayla, lastik tamir ettiği sırada uzun uzun sohbet ettiğimizi, baya birçok konuda konuştuğumuzu hatırlıyorum. Adam her konuda engin bir kelime yelpazesiyle konuşuyordu. Hal öyle olunca siz de kendisine saygısı olan bir vatandaş olarak, Borat İngilizcesi ile konuşmak istemiyorsunuz bu insanlarla.
Adamlar lütfedip ana dilinin yanında bir de İngilizce konuşuyor ve bunu hiç dert etmiyor. Bir yerde bana bir broşür veren Hollandalı şahıs, “kusura bakmayın, İngilizcesi yok sadece Hollandaca” diye, ana vatanında kendi dilinde bir broşürü bana verdiği için özür dilemişti. Yani öyle dil milliyetçisi olmamaları çok büyük bir lütuf benim görüşüme göre.
Geldikten sonraki 3. haftasonu, üçümüz de ayrı şehirlerde oturan üç Hollandalı arkadaş olarak bir buluşma planladık. We Will Rock You müzikalinde tanıştığım, Mine ve Rabia ile, Maastricht’te buluştuk. Rabia Nijmegen’dan trenle Eindhoven’a geldi, beraber sonraki trene atlayıp Maastricht’e devam ettik. Bizi orada yaşayan Mine karşıladı ve rehberlik yaptı. Çok eğlenceli ve güzel bir gezi ve hoş bir moral depolaması oldu benim için.

Yerel bira mı… ALIRIM Bİ DAL
Hollanda’dan, Türkiye’den baya bir konuştuk, ibretlik analizler yaparak ülkeleri kurtardık, pattiz kızartması yedik, çok lezzetli biralar içtik ve gezdik. (O zamanlar tabi henüz virüs başlamamıştı, rahat rahat geziyorduk).
Maastricht küçük bir yer olsa da her açıdan güzel ve görülmeye değer bir şehirdi. Trenle 1-2 saat mesafede, gidilebilecek bu kadar güzel yerler olması çok güzel.
Bi kere her şeyden önce, Tren çok güzel bir şey. Trenle seyahat, iddia ediyorum ki uçaktan falan daha konforlu. Hem de karbon ayak izi uçağınkinin binde biri falan. Hatta Hollanda’daki trenler tamamen güneş/rüzgar enerjisiyle çalıştığı için CO2 salınımı yapmadığını iddia ediyor. Trenle seyahati ve buradaki tren ağını gerçekten çok seviyorum. Herhangi bir şehire 20-30 dakikada bir kalkan tren bulup şak diye atlayıp gidebiliyorsunuz.
Günler böylece geçip giderken, çok sevindirici bir haber aldık, Ekin ve Özge’nin belgeleri tamamlanmıştı. Uçak biletleri alındı, kavuşmaya az gün kalmıştı.
Bir yandan da ev bakmaya başlamıştım bile. Zira burayı bilen insanlarla konuştuğumda, ev piyasasının ne kadar dar olduğunu, talebin yüksek arzın az olduğunu, ev bulmanın imkansız olduğunu duymadığım bir gün geçmemişti gelmeden önceki aylarda da geldikten sonra da. O yüzden aramaya taramaya yine erkenden, bizimkiler daha gelmeden başladım ve ev görme randevuları talep etmeye başladım.
İlk evi görmek için bir tane emlakçıyla epey papaz oldum. Eindhoven’a geleli ilk defa birisine atar gider yaptığım andı. Bir tane ev beğendik (Özge de Ankara’dan bana Pararius’tan bulduğu beğendiği evlerin linklerini atıyordu), içini gezmek için randevu aldım, Rots Vast adlı firmadan Koen adında bir emlakçı herif geldi, ama gelirken yanlış anahtarı almış kapıların hiçbirini açamadı. Ee, efendim evi gösteremiyorum ama muhiti göstereyim dedi. E iyi napalım olur böyle şeyler dedik. İkinci sefer tekrar aynı görmek için randevu aldım, işten izin alıp evi görmeye gitmişim ama böyle bir yağmur fırtına yok, kaçacak yer de yok. İşin ilginç kısmı, bu kadar çok yağmur fırtına olan memlekette yağmurdan korunacak bir çatı çıkıntısı, bir ağaç ne bileyim bir dükkan tentesi bulamamış olmam. Zavallı gibi iki binanın arasına giriyordum bari az ıslanayım diye. Ama neticede baya feci ıslandım ve üşüdüm herifi beklerken.
20 dakika kadar bu yağmurda bekledikten sonra son dakikada adam randevuya gelemeyeceğini bildiren bir mail atınca haliyle benim şalter artık attı, aramış diyor ki re-schedule edelim. Dedim risikecıl misikecıl yok, ben tutmuyorum kardeşim bu evi, başka ev buldum onu tutacam. Durumu da Pararius’a bildirdim. İki gün sonra mail geldi, geri bildiriminiz için teşekkür ederiz, sizden özür dileriz, bu kişiyi daha dikkatli olması için uyardık diye. Hayır yani bi de dakiklik konusunda o kadar meşhur bir milletsiniz, hiç yakıştı mı. Bana şurada da emekli albaylık yaptırıyorsun Koen kardeşim.
Bu esnada ben de şans eseri sahipleri tarafından yeni boşaltılmış olan güzel bir ev bulmuştum. Normalde evi tutmak için Özge’yi de bekleyecektim -o da görmek istiyordu doğal olarak- ama baktım ki ev gerçekten tam bize göre, temiz, yapılı, geniş, muhit güzel, yakında okulu kreşi marketi vesairesi de var ve kirası da abartı değil, kaçırmamak için Özge’ye de virtual bir tur yaptırdıktan ve onayını aldıktan sonra bu eve kapora ödemeye karar verdik. Yani yine şans ya da “gut feeling” diyelim ama içini görmeyi başardığımız ilk evi de tutmuş olduk.

Evimiz soldan üçüncü kapı.
Kirası piyasa ortalamasının 100-200 euro üzerinde olsa da ihtiyaçlarımızın hepsine muntazam şekilde cevap verdiği için hiç kafamızı patlatıp onlarca ev gezmeye devam etmedik. Aylar sonra dahî hala bu evden ve muhitten son derece memnunuz ve taktiğimizin doğru olduğunu düşünüyorum.
Özetinde Pararius web sayfası ve Stoit Groep emlak firması bizim evimizi bulduğumuz yer oldu, sağ olsunlar. Eşyasız bir ev olduğu için ve Türkiye’deki hacim ve ağırlık olarak fazlaca yer tutacak mobilyalarımızın büyük kısmını buraya taşımak ve fahiş nakliye ücretlerini ödemektense arkadaşa eşe dosta sattığımız için, Özge geldikten sonra bizi dopdolu bir IKEA ziyareti ve yerleşme süreci bekliyordu.
Part 2 – Reunion
Sonunda zor geçen 1.5 aydan sonra birbirimize kavuşacağımız 22 Şubat 2020 günü geldi. Tam 40 gün olmuştu bebelerim yanımda olmadan. Ama nihayet yuvaya dönüyorlardı.

Canlı takip
1 saat önceden havaalanına gittim. Sağ salim yanıma gelmeleri için dakikaları bile sayıyordum. Yere indikten sonra gümrükten ve bagaj teslimden geçmeleri epey uzun sürdü. Ama sonunda birbirimize kavuştuk.

Geldi gönlümün efendileri…
Onlara uzun uzun sarıldım ve öptüm. Özellikle de Ekin’i sanki 1 değil de 6 aydır görmemiş gibiydim, görmeyeli epey büyümüş gibi geldi. Gelir gelmez bıdır bıdır kafamı alçıladı, yol boyu gördüklerini ve uçağa bindiğini bana heyecanlı heyecanlı aktardı. Ama onun gevezeliğini bile o kadar özlemiştim ki 😀 Ona havaalanından minik bir hoşgeldin hediyesi (küçük bir KLM oyuncağı) almayı da ihmal etmedim.
Sonra havaalanından Philips binasına gitmek üzere, beraber otobüse bindik. İlginç şekilde o gün de Hollanda’nın karnavalına (the karnaval yani, bi sebebi yok) denk gelmişti. Herkes ful renkli giyinmiş, mor peruk, turuncu ayakkabı şekilde palyaço gibi otobüse binmişti. Ekin baya şaşkın şaşkın baktı otobüsten inene kadar. Düşünsene birkaç saat önce Ankara’da normal tanıdığın bildiğin insanların yanındasın, bi anda bambaşka bi yerde, palyaço kılıklı anlamadığın bir dilde hızlı hızlı konuşan insanlarla dolu bi otobüstesin. Çocuk neye uğradığını şaşırdı. Nedense bu komik anın fotoğrafını çekmek aklıma gelmemiş.
Eve gidip eşyaları falan yerleştirip bizimkilerle kısa bir sohbetten sonra eve erzak almak için alışverişe çıkalım dedik. Hem de kızlara küçük bir Strijp-S turu olur diye düşündüm. Özge Strijpsestraat’taki bu küçük strip mall’u baya sevdi, içinde Blokker, Hema, bir tane fırın, kırtasiye falan olan çok şirin bir alışveriş merkezciği. Ben işteyken Ekin ile beraber yürüyerek buraya gidip alışveriş/gezme yapıyorlardı.
Aynı zamanda evde sıkıldıkça yürüyüşe çıkıyor, etraftaki çocuk parklarını keşfediyor, Koffiehuisje’a gidip kahve içiyor, insanları gözlemliyorduk. Bir zamanlar tek başıma yaptığım bu aktiviteleri şimdi hep beraber yapmak oldukça keyifliydi.
Özge de, telefondan fotoğraflarını paylaşıp durduğum bu yerleri gelip gördüğü için çok mutluydu. Eindhoven’ın çok öyle ahım şahım bir mimarisi yoktu ama Özge buradaki evleri, evlerin bahçelerinin tasarımını, insanların yaşadıkları alanları güzelleştirmek için sürekli çabalamasına hayran kalmıştı. Biz de bir an önce yeni evimize taşınıp, eve ve bahçesine aynı özeni göstermek hevesindeydik.
Kısa süre sonra Özge’ye, arkasında çocuk koltuğu ve önünde sepeti olan güzel bir Dutch Mom bisikleti aldık. Haftaiçleri ben işe gittiğimde bu ikisi vızır vızır Eindhoven’ın altını üstüne getirmeye başladılar. (Hala da getiriyorlar.)

Öz hakiki Dutch Mom
Haftasonları da iki bisikletlik bir konvoy halinde bol bol etrafı dolaştık.
Arabalar çok çeşitli ve ucuz olmasına rağmen, bu ilk aylarda araba almayı pek düşünmedik, fazla ihtiyaç da duymadık. Bisiklet daha mantıklı bir yatırım gibi geldi. Araba lazım olduğunda da Uber çağırarak hallettik. Uber gerçekten süper bir şeymiş, hızlı, etkili ve makul fiyatlı bir taksi alternatifi. İstanbul’da neden taksicilerin Uber düşmanı olduğunu şimdi anlıyorum.
Bu sırada da taşınacağımız evin anahtar teslim tarihi yaklaşmıştı. Oturmakta olduğumuz geçici daireyi toparlamaya ve tahliye etmeye hazırlanmaya başlamıştık. Normalde burada 5 aya kadar kalabiliyorduk fakat uygun bir ev bulduğumuza göre erken çıkmaya karar vermiştik. İki eve birden kira ödemek çok mantıklı bir şey değil doğal olarak.
Uber vasıtasıyla taşıdığımız 2 bavul eşya dışındaki ıvır zıvırı bisikletle birkaç sefer yaparak taşımamız gerekti. Ama bu, motorlu araçla eşya taşımaya hem eğlenceli, hem de sağlıklı bir alternatifti. Özellikle ben, aradaki 5 kilometreyi 4-5 kez gidip geldim ve kondisyonum baya arttı bu sayede.
Nedense, bisikletle eşya taşımak acayip tatmin edici bir şey. Özellikle büyük eşyaları taşımak. Mesela bir tane IKEA sehpayı üçe bölüp bisikletin yanına yöresine sabitleyip pedal gücüyle 5 km öteye taşımak acayip keyif vermişti bana. Neden bilmiyorum.
Görünüşe bakılırsa, Hollanda’da ev kiraladığınız zaman, eve hem girerken hem de çıkarken, söz konusu ev epey titiz bir değerlendirme ve itinalı bir incelemeden geçiyor. Evi kiralarken hangi halde teslim aldıysanız, çıkarken de tamı tamına aynı halde teslim etmenizi bekliyorlar. Örneğin yeni (long-term) evimizi tutarken evin her yerinin fotoğraflarını çekip, duvardaki bir çivi deliğine kadar her şeyi not edip, detaylı bir raporla bize ve ev sahibine verdiler. Bu, hem sizi hem ev sahibini korumak için iyi bir yöntem.
Ama Philips’te tahliye öncesi bir guideline ve checklist vermişler ki, akla zarar. 8 sayfa, ve yazan şeyler biraz sürreal. “Eğer perdeler rengi değişecek kadar kirlendiyse nazikçe sökülür, çamaşır makinesinde yıkanır, ütülenir ve aynı şekilde yerine asılır” falan yazıyor (perde dediği 4 metreye 8 metrelik kalın kadife). Yani üzgünüm ama bi tarafımızla güldük bu taleplere. Oldu olacak yeniden perde dikeyim. Kendi kendimize dedik ki iyi ki 3 ay kalmışız yoksa bunlar bize evi baştan yaptıracaktı. Tövbe ya.
Her neyse, bu realistik olmayan checklist’i, ödediğimiz depozitoya çöreklenme stratejisi gibi yorumlasak de elimizden geldiğince yazan kurallara uymaya ve evi ilk teslim aldığımız gibi bırakmaya çalıştık.
Ama sonradan düşününce, envai çeşit insanın girip çıkacağı bir dairede, bu kuralları koymazlarsa oranın 2 yıl içinde ahıra döneceğini idrak ettik. Yine de yönetim ile aramızda bir miktar sürtüşme oldu evi teslim ederken, çünkü 3 ay bile kalmadığımız bir ev için 1000 Euro’luk depozitonun 200 Euro’suna el koyacaklarını yazmışlardı. Bazı eşyaları asılsız şekilde “kayıp” ya da “kullanılmaz” olarak yazmışlar, yerlerin kirli olduğunu yazmışlar falan (ki alakası yok, yerleri OCD seviyesinde temiz bırakmıştık). Birkaç itişme çekişme ve itiraz neticesinde (bir de ilk geldiğimde evi teslim aldığım koşullardan, toz ve kirden bahsedince, bundan haberleri yokmuş) ilk başta 200 Euro olarak belirttikleri depozito kesintisini 65’e düşürtmeyi başardık. Ellerimiz 3 gün çamaşır suyu kokmamış olsa ve evi aldığımız gibi bırakmak için büyük bir çaba sarf etmemiş olsak, 200 euro’yu bırakmak çok batmazdı ama, tertemiz bıraktığım bir ev için bu talebi kabul edemezdim. Nitekim söylediklerimiz de mantıklı gelmiş olacak ki talebimizi kabul ettiler. Ama buna benzer şeyleri buradaki diğer arkadaşlarımdan da duydum. Ev dediğin şey az ve kıymetli olduğu için, ve hizmet (temizlik, tamirat) pahalı olduğu bu iş biraz böyle sanırım.
Bu olaylar olurken paralelde Coronavirus, dünyaya yayılmaya başlamıştı. Olayların ciddileşmeye başlaması an meselesi gibi duruyordu. ASML bile ofisleri kapatmaktan falan söz ediyordu ki bu anladığım kadarıyla ciddi bir şey anlamına geliyordu. Uzakdoğu ülkelerinde zaten olay çığırdan çıkmıştı ve can pazarı yaşandığına dair haberler okuyorduk. Derken Avrupa’nın bazı ülkelerinden (İtalya, Almanya, İspanya) ve İngiltere’den virüsle ilgili kötü haberler gelmeye başladı. Hollanda da kuzey İtalya’ya gidip gelenler nedeniyle virüsten nasibini almaya başlamış, Tilburg çevresinden başlayarak vaka sayıları patlamaya başlamıştı. Neler olacağını beklerken ve sağlığımız için zaten yeterince endişeliyken bir yandan da uluslararası nakliye firmasında halen taşıma durumundaki eşyalarımızı düşünüyor, eve yerleşme sürecinin nasıl etkileneceğini hesaplamaya çalışıyor ve uçuşlar kapanacağı için üzülüyorduk. Sonra süratle IKEA’dan mobilyalarımızı sipariş ettik, alacağımız beyaz eşya montajı, temizlik hizmeti vs. gibi şeyleri muhtemel bir karantina başlamadan aradan çıkarmaya çalışıyorduk.

IKEA’da da uyumadım demezsin.
Nitekim elimizi çabuk tuttuğumuz iyi olmuş, çünkü Bafa Nakliyat’tan eşyalarımızın teslim edildiği, IKEA’dan mobilyalarımızın getirildiği ve eve artık kalıcı olarak taşındığımız haftasonundan hemen sonraki Pazartesi, karantinaya benzeyen bazı önlemler açıklandı, ve herkese sağlık bakanlığı tarafından evden çalışması emredildi. Doğal olarak ASML de bu emre uymak durumunda kaldı ve tüm ofisleri ikinci bir emre kadar kapattı.
ASML karantinayı önceden sezip bizi önceden uyardığı için iş laptopum, çalışma materyalim falan da zaten evde, hazırdı. Evden çalışabildiğim için dışarı hiç çıkmama gerek kalmamıştı.
Açıkçası eğer önlemler bir ya da iki hafta önce açıklansaydı, sıkıntı yaşayabilirdik. Eşyalarımız gümrükte takılabilirdi, mobilyalarımızın teslimatı gecikebilirdi ve boş evin içinde kalabilirdik. Yine şansımız mı yaver gitti, önsezilerimiz sayesinde mi ucuz atlattık bilmiyorum. Belki ikisi de.
Yani mevcut durumda bu eve kapanma mevzu her ne kadar kötü bir durum olsa da o an için bizim işimize yarayan bir şey oldu desem yanlış olmaz. Çünkü eve kapandığımız dönem aslında zaten evde çok miktarda işimiz olduğu bir dönemdi.
Ama öyle böyle bir iş değil. Baya kürek kürek işimiz olduğu bir dönem…
Part 3 – Taşınma, Koronavirüs Günleri ve Hanevoet Çevresini Keşif
Yeni evimize taşınalı ve bu allahın cezası vürüzün artık hayatımızın bir gerçeği olduğunu kabullenmeye başlayalı daha birkaç gün olmuştu. Hala bazı sabahlar uyandığımda bunun kötü bir rüya olduğunu zannediyordum. Ama maalesef değildi. Bütün dünyayı eğip büken bir pandemi dalgasıydı bu, şakası yoktu. Biz ise şimdilik güvendeydik, Hollanda diğer Avrupa ülkelerine göre yine biraz daha iyi durumdaydı, hükümet doğru düzgün önlemler aldı, Herd Immunity falan gibi kafalara girmemişti. Sağlık sigortalarımızı, GP atamalarımızı falan bir an önce yaptım, bir şey olursa sıkıntı olmadan sağlık hizmeti alabilelim diye.
Bir yandan Türkiye’den gelen kolilerimiz açılmayı bekliyor, bir yandan yatak, yemek masası, çalışma masası gibi evin yaşanabilir olması için azami öncelikli mobilyaları hızlıca kurmam gerekiyor, bir yandan gündüzleri evden çalışmam gerekiyor, bir yandan da Ekin’i eğlememiz gerekiyordu. Bir an önce her şey yerini bulsun, temiz ve güzel olsun istiyorduk ama Ekin sürekli eteklerimize yapışıkken bunun zaman alacağı belliydi.
Günde 8-9 IKEA modülü kurmaktan, sağı solu temizlemekten, işe kafa yormaktan kilo vermiştim.

Kafadaki son kalan saçlar da IKEA sayesinde gitti
Kurduğum şeyler de öyle kahve sehpası falan değil ha, Malmö, Friheten falan gibi challenge rating’i yüksek ürünler. Belim sırtım 3 hafta kendine gelemedi zaten. Bir de kurulumun ortasında şarjlı tornavidam bozuldu mu… Praxis’e gidemediğim için yenisini de alamadım. Epey bir süre manuel tornavida ile yapmak zorunda kaldım bu kurulumları. Gerçekten acıların en büyüğüymüş düz tornavida ile mobilya kurmak.
Bir de bu kadar çok mobilya kurarken, koli açarken bizi bekleyen başka bir challenge’dan habersizdik: o kadar fazla miktarda karton çöpünden kurtulmak.
Hollanda’da çöp anlayışı, Türkiye’deki çöp anlayışı gibi kesinlikle değil. Başlı başına bir görev ve sorumluluk burada çöp. Öyle şakkadanak konteynere atıp gidebildiğiniz bir şey değil.
Çöp tiplerine göre toplama günleri var, belediyesine göre de toplama sıklığı falan da değişiyor. Bir hafta organik çöp topluyorsa, öbür hafta kağıt çöpü, beriki hafta geri kalan (geri dönüştürülemeyen) çöp, vs.
E dedik biz bunu nasıl atacağız, Özge aradı adamlara sordu telefonda falan. İlk başta bu son derece sürreal geldi. Çöp dediğin çöp yani atarsın, elbet birileri alır gibi düşünüyorduk. Ama mesela telefonda bize dediler ki, kağıt çöpü toplanacağı zaman lütfen o kartonları güzelce kesip bundle haline getirin, öyle koyun. Langır lungur oraya atarsanız toplayan arkadaşlar almaz (çöpünü toplamayarak seni cezalandırıyor görüyo musun). Ben bi de bütün kurulumlar ve koli açılışları bitince yarım gün maket bıçağıyla kolileri küçültüp bağlayıp balya haline getirmeyle uğraştım efendim.
Yine de tüm işleri sırayla teker teker hallediyorduk, çok yorgun olmamıza rağmen mutluyduk. Bir de kahve makinemiz geldiği için aşırı keyfim yerindeydi. Hemen makineyi kurduk, Jumbo’dan Douwe Egberts kahve aldım denemek için (epey beğendim) ve özlediğim kahve lezzetine kavuştum. Bu benim için büyük bir moral kaynağıydı. Çünkü 3 aydır Koffiehuisje dışında düzgün kahve içemiyordum. Philips binasındaki dairede (tabi ki Philips marka) bir kahve makinesi vardı ama, yaptığı kahve gerçekten berbattı.
Aynı zamanda pandemi yeni olduğu için alışverişe gitmek endişe veriyordu ama evin de bir sürü irili ufaklı eksiği vardı ve mecburen sıklıkla markete, hırdavatçıya ve daha başka dükkanlara gitmemiz gerekiyordu. Burada öyle maskeydi, saatli/haftasonu sokağa çıkma yasağıydı gibi şeyler hiç olmadı. O yüzden öyle yağma tarzı görüntüler görmedim pek fazla (sadece tuvalet kağıdı yağması dışında… tuvalet kağıdının hikmetini çözen olmadı henüz)
Onun yerine her yerde “1.5 metre sosyal mesafenizi koruyun” ve “süpermarketlerde alışveriş arabası zorunluluğu” şeklinde önlemler oldu. Alacağım 3 parça şey için tüm Eindhoven’ın elini sürdüğü market sepetlerinden almak hiç istemiyordum ve bu kuralın mantığını da anlamış değildim ama kural kuraldır. Bir de sonradan anladık ki alışveriş sepeti, sırada beklerken, alışveriş yaparken vs. diğer insanlarla aranıza ister istemez 1.5 metre koyan bir unsurmuş.
Evden çalışma kavramı da benim için çok yeni bir kavram olduğu için buna da alışmaya çalışıyordum. Özellikle öğrenme sürecinde olan yeni çalışanlar olarak bizi biraz zor bir durumda bırakmıştı. Daha deneyimli çalışanların bire bir yardımına ihtiyacımız olan anlarda aciz kalıyorduk. Daha sonradan bu çalışma biçimine herkes alıştıkça bu sorunlar çözüldü tabi. Microsoft Teams elimiz ayağımız oldu, uzakları yakın etti.
Ekin de olanlara fazla bir anlam veremiyordu, dışarı çıkmak, parka gitmek istiyordu, Özge de o da daha havasına suyuna yeni yeni alıştığı Hollanda’yı keşfetmek istiyorlardı. Ama maalesef artık tesadüf mü yine şans mı bilmiyorum ama Hollanda’ya taşınma zamanımıza denk gelmişti bu allahın cezası virüs.
Ama yine de olaylara iyi tarafından bakacak olursak, her şeyden önemlisi, ailem artık yanımdaydı, sağlığımız iyiydi, evimizi tutmuştuk, eşyalarımız gelmişti, çalışmaya devam ediyordum ve gerisi artık yavaş yavaş, birer birer hallolacaktı. Oldukça yakın (100 metre) olan süpermarketten haftada 1-2 kere dikkatli bir şekilde alışverişimizi yapabiliyorduk, dışarı çıkmak tam olarak yasak olmadığı için yine özgürce yürüyüş ve bisiklet gezisi yapabiliyorduk. O sıralarda virüs Türkiye’ye henüz gelmemişti ve ailelerimiz için de seviniyorduk.
Mart 9’da tuttuğumuz evimizi 1 aya yakın sürede güzelce temizledik, düzenledik, bahçesini ıslah ettik. Havaların da ısınmasıyla beraber bahçede zaman geçirme opsiyonu da ortaya çıktı. Ekin’in enerjisini atması için bir tane trambolin, bisiklet, çeşitli daha başka zımbırtı sipariş ettik.

Ekin’in oyuncakları temalı küçük bahçemiz
Bir de parkta oynamayı sevdiği için çevrede çocuk parkı arıyorduk her çıktığımızda. Ama zaten aramaya gerek bile yok çünkü 2 sokakta bir değişik bir çocuk parkına rastlıyoruz. Bunca zaman sonra hala biraz farklı bir bölgeye doğru yürüyünce hiç keşfetmediğimiz bir çocuk parkına rast geliyoruz ve Ekin bu durumdan aşırı derecede memnun. Aynı zamanda park sayısının çokluğundan mıdır yoksa insanlar çocuklarını parka götürmekten çekindiklerinden midir nedir (bu ikincisinden hayli şüpheliyim), parklar son derece tenha. Bu da bizim işimize gelen bir durum çünkü, acı bir gerçek ki etrafta ne kadar çok insan olursa kaygımız o kadar artıyor şu dönemde.

“Anne, bugün yeni bir park keşfetmeye ne dersin?”
Bir de enteresandır ki her park birbirinden alabildiğine farklı ve orijinal oyuncaklarla bezeli. Yani benim bile oturup oynadığım değişik atraksyonlar koymuşlar.

Şunu kim bir çocuk parkı oyuncağı olarak tasarladı acaba…
Mesela şu aşağıdaki oyuncakla toplasan saatlerce oynamışımdır. Derin çukurlar kazıp içlerine bir şey koyup tekrar doldurmak, sağa sola kum yığınları yapmak oldukça eğlenceli. Beni bununla oynarken gören Özge “Eindhoven’ın emlak sorununu çözücen galiba sayın Ağaoğlu” diye laf ediyor. Ekin de kepçe çalışırken elinde çay çekirdek izleyen dayılar gibi keyifle beni izliyor. Coğrafya, genlerin, kaderindir.
Hollanda kesinlikle içerisinde çocuk olmak isteyeceğim bir memleket. Ülkedeki en değerli şey, çocuk. Eğitim sistemleri, analık/babalık izinleri, çocuk yardımları, değişik aktiviteler, parklar, yiyecekler, müzeler. Çocuklar için asla sıkılma veya bir şeyden geri kalma diye bir şey yok. Sanırım buraya gelmeye karar vermemizdeki en büyük unsurlardan biri de buydu. “Çocuk-friendly” bir ülke olduğunu çok duymuştuk ama yakından görünce insan daha fazla etkileniyor.
Örneğin biz geldikten hemen sonra Ekin ile ilgili bir sürü mektup geldi eve. “Şehrimize hoşgeldiniz, anlıyoruz ki bir çocuğunuz var.” diye başlıyorlar mektupta cümleye. Ekin’in Türkiye’deki aşı kartlarını sordular, sağlık/sigorta kaydını ve aile doktoru atamasını hatırlattılar, rutin muayenesini ayarladılar, çocuk yardımı (Kinderbijslag) teklif ettiler (bunu tamamen kendileri önerdi, ben formları doldurdum gönderdim ve şu anda yılda 4 kez olmak üzere 220€ bir para yatıyor Ekin için. Bu para, çocuk büyüdükçe katlanarak artıyor, 17 yaşına kadar.). Yani çocuk dedi mi akan suların durması çok çok güzel bir şey. Düşününce, bir ülkenin çocuklarını iyi yetiştirmekten daha güzel bir amacı olabilir mi? Keşke dünyadaki her ülke böyle olsa.
Artık düzenimiz oturmuş gibiydi. Günlerimiz çalışmakla, evin eksik gediklerini tamamlamakla, tamirat veya iyileştirmeler yapmakla, pineklemekle, yemek yapmakla/yemekle, bisiklete binmekle, park/bahçe dolaşmakla güzel bir şekilde geçiyordu.

07.07.2020 (34. doğum günümden)
Bu esnada tabi Ekin’e de gerçek bir bisiklet almak şart olmuştu. Decathlon’dan tam ona göre sevimli, minik bir bisiklet sipariş ettik, ayıla bayıla biniyor.

“Herkes için spor.” -Decathlon
Bisiklet, yağmur çamur fark etmeksizin, şehir içerisinde, kondisyonunuza göre 5-10 km menzilde hareket etmek için en mükemmel metot, bunu tartışmak imkansız. Yani öyle arabanız olması %100 şart değil, zaten araba olunca park yeriydi, vergisiydi, bir dizi külfet ortaya çıkıyor. Bisiklet, bakım maliyeti düşük, basit, hızlı, temiz.

Bizim makinelerin 10.000 bakımını yaparken.
Genç/yaşlı tüm nüfus vızır vızır bu mereti kullanıyor. Bisiklet bizim için de ziyadesiyle keyifli ve yeterli bir transportasyon aracıydı. Özge de ilk başlarda biraz zorlansa da (çocukluğundan beri bisiklete binmemiş bir birey…) sonradan çok iyi adapte oldu. Tabi onun bir de arkasında taşıdığı ekstradan 12 kiloluk bir faydalı yükü daha vardı ama güzel alıştılar bu seyahat biçimine. Yokuş çıkma derdi olmaması da yeni bisiklete alışan biri için ideal.
Sonra fotoğraflarımızı falan her gören dedi ki “Neden Ekin’i hep Özge’ye taşıtıyon… Sen boş beleş geziyon… Ayıp değil mi”
Ben de hep sağda solda gördüğüm ve çok hoşuma giden şöyle bir zımbırtıdan aldım:

İkinci el dükkanında 20 Euro’ya bulduğumuz Chariot
Ekin’e aldığımız bu yeni aparat sayesinde daha Weather-proof şekilde turlayabilmeye başladık. Biz tıngır mıngır giderken içinde öyle güzel uyuyor ki acayip kıskanıyorum.

Dışarıda tıpır tıpır yağmur yağarken uyku qeyfy.
Ekin’in nedense bisiklet yolculuğu sırasında anında uyuma eğilimi olduğunu fark ettik. Bakınız, bu çocuk normalde kati surette öğlen uykusu uyumayan bir kişi. Ama açık havadan mıdır, bisikletin sallantısından mıdır nedir, çocuk bisiklete binince günün hangi zamanı olduğu fark etmeksizin anında sızıyor. Sırf bu yüzden ona bi tane yolculuk yastığı aldık. O yastıkta her uykuya dalışında sessiz kahkahalar atıyoruz Özge ile. Çünkü çok komik uyuyor.

Sanki Kamil Koç otobüsü
Yani araba koltuğunda böyle güzel uyumuşluğu yok. 10 dakika tur yetiyor sızmasına. Bu yukarıdaki gibi 25-30 fotoğrafı var elimde.
Böyle böyle bisikletle Eindhoven’ın baya bir yerini turladık. Ekin uyuyunca biz de bisikleti kenara çekip bir banka falan oturup termostan kahvemizi içtik, sandviç yedik. Bu tipi her gören de gülüyor haliyle.

Keyfine bak şekerim.
Bir yandan havalar eni konu ısınmaya başladıkça bahçenin avantajını da daha iyi anlamaya başladık. Özellikle havanın 28-29’lar seviyesinde sıcak olduğu haftasonları (28-29 burada bizim Angara’nın 32-33’ü gibi bir şey) her Dutch ailenin yaptığı gibi biz de bir lastik havuz alıp onu suyla doldurduk. Ha tabi, bu arada bu işi acayip abartanlar olduğunu da gördük. Adam bahçeye baya 8×10 metrelik çelik konstrüksiyon, güneş panelli havuz yaptı gözümüzün önünde. 3 çocuğuyla çılgınlar gibi eğlenirlerken, bir de bizimkinin eğlencesine bak:

Garibim, halinden çok memnun yine de 😀
Bahçeyle ilgilenme işinin de aslında göründüğünden 5 kat daha külfetli ve yorucu olduğunu fark ettik. Sulaması, budaması, gübresi, tohumu, biçmesi, börtüsü böceği derken başlı başına bir uğraş. Zaten baktığınızda bahçeyle uğraşacak vakti/enerjisi olmayan kişiler bahçesindeki toprağı kaldırtıp taş döşetmiş, saksı bitkisi koymuş sadece. Ama bence bahçe, çok keyifli bir uğraş. Seve seve yapıyorum, bazen Pazar günlerimin tamamı bahçeyle uğraşarak geçiyor. İnsanın stresini alıp götürüyor. Bahçemizde biz evi tuttuğumuzda bir sürü çilek ve frambuaz çalısı dikiliydi. Biz de bunların yanına tabi ki her Türk gibi domates ektik. Havuç, nane ve ayçiçeği de denedik, ilk ikisi çok güzel oldu, sonuncusu tutmadı. Domatesimiz de kızarmak için çok çabalasa da 5 ayda anca yeşil büyük ve ham bir meyve üretebildi. Ama yine de bu uğraşlar gerçekten insana huzur veriyor.

Her sonradan bahçesi olan görmemiş gibi ne bulduysak ektik. Ama bu ürünlerin tadı ayrı güzel geliyor insana.
Artık ilk sene için bu deneme gibi oldu, seneye daha farklı şeyler eker, daha başarılı oluruz umarım.
Her ne kadar günlerimiz bu şekilde hoşça geçse de, buraya gelmeden önce hedeflediğimiz şekilde bir gezme ya da sosyalleşme yapamadık virüs nedeniyle, yani günübirlik bir Brugge turu, trenle bir Amsterdam, bir Düsseldorf yapamadık. Veya komşularımızla pek tanışamadık, sadece bize kart attılar “hoşgeldiniz” diye, bir de yolda karşılaşınca merhabalaşıyoruz. Mesela Özge komşu gidim gelimlerine özeniyorum diyor. Özellikle de buranın yerlisiyle sohbet etmeyi, iletişim kurmayı iple çekiyor. Bu da, bu şartlar altında oldukça handikaplı bir süreç.
Yine de, bazen Ekin’i götürdüğümüz parklarda bahçelerde, diğer ana babalarla iletişim kurma şansımız oluyordu. Hatta bir keresinde Hollanda’lı bir anneyle epey uzun bir sohbet etmiştik. Özge ile birbirlerinin numaralarını almışlardı vesaire. Yani biraz ortalık sakinleyip insanlar biraz daha rahat sosyalleşebilmek için evlerinden çıksalar, aslında insanlar konuşup kaynaşmaya son derece müsait.
Ama bu illetten kurtulmamıza daha ne kadar süre var bilmiyoruz.
Ne zaman normal hayatımıza döneceğimizi bilemediğimiz tam ara geçiş dönemi, özellikle endişe verici ve hüzünlüydü. Ben çalışırken Özge ve Ekin evde sıkılıyorlar, özellikle hava fazlasıyla yağmurlu ve rüzgarlıyken daralıyorlar ve yalnız hissediyorlardı. Kahve içmek için bir kafeye gidememek, şehir merkezine inememek, arkadaşlarla görüşememek oldukça kötü bir darbe olmuştu bizimkilere.
Daha sonraları bu duruma biraz daha alıştık. Enfeksiyon hızı da biraz düştüğü için önlemler azaltıldı. Şehir merkezine inmek, bazı mağazalara girip çıkmak mümkündü.
Açıkçası bir yandan ben de evden çalışmanın güzelliklerini biraz keşfetmeye başlamıştım. Evden çalışmak işyerinde çalışmaktan kat be kat daha stresli ve odaklanmak oldukça zor. Ama neticede soft bir işle uğraştığım için işler bir şekilde uzaktan halloluyor ve şirkete gitmem gibi bir gereklilik olmuyor. Böylece evde bana ihtiyaç olduğunda anında intikal edebiliyorum, kahve molalarında Ekin’le vakit geçirebiliyorum, yemeğim kahvaltım daha daha kolay halloluyor. Ama ofisi de özlemedim değil. Oradaki ortamın da bir değeri varmış gerçekten, otobüsle işe giderkenki “mental hazırlık” bile önemliymiş onu anladım.
Özetle; eğer Pandemi faktörü olmasaydı, çok daha hareketli, daha aktif ve sosyal bir süreç yaşayacaktık belki ama, kim bilir, belki daha fazla eve, yakın çevremize, birbirimize odaklanma şansı bulduk bu vesileyle. Bu alışma sürecinde birbirimize daha yakın olduk, daha çok yardım ettik, evden çalışma sayesinde ailemle daha fazla vakit geçirebildim, evdeki işleri daha kolay bitirdim ve Özge’nin yükünü paylaştım. Evimizin, birbirimizin, sağlığımızın kıymetini bildik. Özgürlüğümüzün değerini, ailelerimizin değerini anladık.
Ekin de bu durumdan epey memnun, annesinin babasının gün boyu yanında olmasını hangi çocuk istemez ki. Düşünsenize, buraya gelmeden önce haftaiçleri günde en fazla 4-5 saat birlikte geçirebiliyorduk. Sabah 8 buçuk’ta kreşe bırakıp akşam 6 buçuk’ta alıyorduk. Uyku vaktine kadar en fazla 3 ya da 4 saat kaliteli vakit geçirme imkanımız vardı. Şimdi ise tüm gün beraberiz. Ekin, kesinlikle bütün bu olaylardan en kârlı çıkanlardan ve en mutlu olanlardan biri.
Derken, Mayıs-Haziran civarında havayolları limitli de olsa uçuşlarına tekrar başlayacağını duyurdu. Bu bize biraz umut kaynağı olmuştu. Hala fazlasıyla ürkek olmakla birlikte, ailelerimizin yanına gitmek, yaz tatili yapabilmek düşüncesi, tünelin ucundaki ışık gibi olmuştu.
Part 4 – Türkiye Seyahati ve Kinderplein
Aslında bir noktada bu riski göze almaktan vazgeçmiş ve “napalım, seneye artık” diye kendimizi teselli etmeye başlamıştık. Fakat seneye ne olacağını, kimin sağ kalacağını bilmediğimizden mütevellit, birkaç arkadaşımın da aileleriyle birlikte gidip hatta üstüne geri döndüğünü ve havayollarının bazı önlemler alarak uçuşları sorunsuz yaptığını öğrenince, bize de bir cesaret geldi. Temmuz sonundan itibaren 3 hafta izin aldım. Hayatımda da ilk defa yapabildiğim bir şeydir 3 hafta üst üste izin almak. Hakkım olan izni blok şeklinde kullanamamak çok sinirimi bozmuştur yıllardır. 2 haftanın (biri bayram) üzerine 1 gün bile alsan kaşlar kalkar Türkiye’de. Sebebini hala anlamış değilim.
Uçak biletlerini alırken çok dikkatli bir planlama yaptık ve mümkün olduğunca verimli bir seyahat olması için elimizden geleni yaptık. Eindhoven’dan hiçbir yere doğru düzgün uçuş henüz olmadığı için binişimizi de inişimizi de Amsterdam Schiphol havaalanından almak durumunda kaldık. Bu da bize giderken ve gelirken ekstra birer buçuk saat tren yolculuğu olarak geri döndü ama yapacak fazla bir şey yoktu.
Neticede 31 Temmuz’da Ankara’ya inmeyi başardık. Uçuşlar şaşırtıcı derecede düzenli ve dikkatli. Mesela normalde binişler ve inişler sıra numarasına göre olmalı fakat tabi bizim millet dolmuşa biner iner gibi, boarding’de sinek gibi üşüşür ve sıra mıra tanımaz, inişte de teker yere değer değmez ayaklanır. Ama şimdi seve seve yerlerinde bekliyorlar. Kabin ekibi defalarca ikaz ediyor, bunca ikaza rağmen uymayan olursa bizzat uyarıyor. Maskesinin burnunu bile açan olsa anında çöküyorlar. Keşke şu uçuş nizamı pandemi bittikten sonra da devam etse.
Derken, bizi Ankara’dan Balıkesir Edremit’e taşıyacak olan uçuş iptal oldu. Sanırım tüm seyahat boyunca yaşadığımız tek olumsuzluk buydu diyebilirim. Bu uçağı daha erken bir uçakla değiştirmek durumunda kaldık ve Ankara’da planladığımızdan çok daha kısa kalmak durumunda kaldık. Bu sürede pek dışarı çıkma şansımız olmadı, bayram tatili olduğu için de birçok kişi Ankara dışındaydı, görüşme imkanı olmadı. Belki de şu anki dönem için bu iyi bir şeydi, bilmiyorum. Ne kadar az interaksiyon, iki taraf için de o kadar az risk. Bu seyahat çoğunlukla anneme bayram ziyareti mahiyetinde olmuş oldu, Ekin’le özlem giderdiler.
Ankara’dan Edremit’e geçtikten sonra Özge’nin ailesinin yazlığında 18 gün boyunca mümkün olduğu kadar insandan uzak bir şekilde (örneğin; denize girmek için tam bir emekli subay gibi sabah erken saatleri tercih ederek) tatili kazasız belasız noktaladık.
Dönüş yolu biraz çileli oldu: 14:15’te Edremit havalimanından İstanbul Havalimanı, 19:15’te İstanbul Havalimanı’ndan Amsterdam Schiphol havalimanı, saat gece 11’de bulabildiğimiz ilk trenle Eindhoven. Utrecht’te tren aktarması. Gece vakti istasyondan eve gidecek vasıta bulma mücadelesi.
Ekin doğal olarak trende sızmıştı.
Döndükten hemen sonra, aileyi temsilen virüs testine girdim. Sonucun negatif olduğunu görüp, bu seyahati olaysız noktalamanın mutluluğunu yaşadık.
İtiraf etmek zorundayım ki bu seyahat bize de ailelerimize de tarif edemeyeceğim kadar iyi geldi. Artık cahil cesareti mi dersiniz, ne derseniz diyin ama aldığımız maddi manevi risklere değdiğini düşünüyorum. Tüm yolculuk ve tatil boyunca maksimum derecede dikkatli hareket ettik ve kurallara uymaya çalıştık. Şansımız da yine bir kez daha yolunda gitti sanırsam. Benim, iş nedeniyle oldukça yorgun olan beynimin çok ihtiyacı olan bir dinlenme imkanıydı. Bir de Ekin için gerçekten önemli bir ziyaretti çünkü bir anda Türkiye’den kopup buraya gelmek ona biraz şok etkisi yaratmıştı. Bu ziyaret ona, büyüklerinin yanına geri dönebileceği hissini verdi, büyükebeveynleriyle bağlarını pekiştirdi, bizden başka insan görmekten dolayı mutlu oldu.
Umarım en kısa sürede seyahat imkanları eski haline gelir ve herkes sevdiklerinin yanına istediği gibi gidip gelebilir.
Ama şöyle bir gerçek de var ki, dönüş yolunda Eindhoven’ı özlediğimizi fark ettik. Düzenli sokaklarını, bisikletlerimizi, yeşilliğini, sessizliğini, kibar insanlarını, evimizi ve genel olarak o kendine has havasını tekrar solumayı iple çektik. İsteyen istediği yorumu yapsın ama, 30 senedir Ankara’ya nasıl evimiz dediysek burası da artık bizim için evimiz oldu. Burayı sevdiğimizi tekrar fark ettik biraz ayrı kalınca.
Tatilden döndükten sonra, hayatımızda önemli bir dönemin daha başlangıcını yaşadık. Ekin, bizim eve çok yakındaki Korein adındaki bir kreşte, haftada 4 yarım gün olmak üzere eğitime başladı.
Hollanda, bizim gibi yurt dışından gelen ailelere, çocukları ilköğretime başlamadan önce ortama ve dile adapte olabilsin diye 4 gün (sabahtan öğlene kadar) kreş desteği veriyor. Tam gün kreşin ücreti oldukça yüksek ama mesela, kimse çocuğunu ful gün kreşe göndermiyor gördüğüm kadarıyla. Ya ana baba haftanın belirli günleri öğleden sonra izin alıp çocuklarıyla vakit geçiriyorlar ya da ebeveynlerden biri direkt 4 yaşına gelene kadar evde kalıp çocuğa bakıyor.
Ekin hanım şimdi “Butterflies” sınıfında 😀 Küçük kelebeğin Hollanda eğitim sistemine ilk adım attığı sabah hep birlikte okula yürürken bir hatıra fotoğrafı çektim. Bir türlü poz verdirtmeyi başaramadığım için ben de konuşurken çektim.
Ekin, ilk gününden oldukça mutlu ve memnun döndü. Bu durumu beklediğimizden daha metanetli şekilde karşıladı. Sanırım o da biraz evde bizle durmaktan sıkıldı 😛
Bir de yeni kelime öğrenmiş: Melk. Ama bunu öyle güzel söylüyor ki, “mewlk” diye. Biz de bu sayede bu kelimenin nasıl doğru telaffuz edildiğini öğrenmiş olduk. Bakalım bize daha neler öğretecek.
Bunlar da Kreş personeli tarafından sisteme yüklenen birkaç fotoğraf. Çocuğu gün içinde takip edebildiğiniz bir sistem var.
Ocak 2021’de 4 yaşına girdiğinde asıl eğitim sistemine o zaman dahil olacak. Bu şimdi ısınma turları. Ama hem onun için hem bizim için dev bir hizmet oldu. Hem o, yaşıtlarıyla oynama ihtiyacını gidermiş ve enerjisini daha güzel bir şekilde atmış oldu, hem de Özge (ben zaten gündüz çalıştığım için çok maruz kalmasam da) biraz nefes alıp kendine zaman ayıracak bir boşluk elde etmiş oldu. Aynı zamanda bu boşluğu Hollandaca kursuna katılarak değerlendirmek gibi bir niyeti de var.
Part 5 – Özet ve Kapanış
Özet olarak, Eindhoven’daki ilk 8 ayımızda, düşününce büyük bir pandemiyle karşı karşıya olmamıza rağmen oldukça mutlu ve huzurlu bir hayatımız oldu. Buraya elimizden gelen en üst seviyede uyum sağlamaya ve entegre olmaya çabaladık. Çünkü buradaki düzen, bizim gibi insanların özlediği ve özendiği bir düzen ve bunu bozmak son isteyeceğimiz şey. Zamanla dilini ve kültürünü de daha iyi öğrenmek istiyoruz.
Tabi ki yazıyı okuduğunuzda görebileceğiniz gibi, geldiğimizden beri bir çok zorlukla da karşılaştık, başımıza burada bahsetmediğim başka tatsız şeyler geldiği de oldu. Zaman zaman moralimiz epey bozuldu, bazen her şeyin ters gideceği tuttu. Ama bunları bir aile olarak omuz omuza sırtlandık ve beraberce altından kalktık. Ayrıca, dürüst şekilde söyleyebilirim ki, bu süre boyunca kararımızdan bir kere bile pişmanlık duymadık. Geri dönmek aklımızın ucundan bile geçmedi. Biz buraya uyum sağlamak için çabaladıkça, burası da bize daha nazik davrandı.
Tabi dışarıdan bakan bir insanın aklında şu soru belirebilir: neden?
Kendi halinde bir yazılım mühendisiyken, aslında Özge de ben de ülke ortalamasına göre oldukça iyi kazanırken, işyerlerimizi severken, kendimize göre iyi şartlarda yaşarken, evimizi arabamızı almışken, neden bütün bunları bırakıp, ailemi de peşimden sürükleyip ta buralara geldim? Kariyer için mi? Para için mi? Gezmek için mi? Prestij için mi?
Benim aklımda göç etmek hiç yokken LinkedIn’den aklıma iş düşürüp buraya getiren kelle avcısı, aslında bana, Özge’ye ve özellikle de Ekin’e oldukça büyük bir iyilik yapmış düşününce. Kendimizi “iyi” durumda zannediyorduk fakat aslında insan, farklı şeyler görmeden elindekinin ne kadar iyi ya da ne kadar kötü olduğunu anlayamıyor.
Yanlış anlaşılmasın, ben burası daha iyi ya da daha kötü demiyorum. Sadece “farklı” olanı görmek insana devasa bir bakış açısı kazandırıyor. Bu vizyon da yaşadığınız süre boyunca size en çok fark katan şeylerden biri.
Zorluklar ve problemler de, onları olumsuz bir şey gibi görüp lanetlemek yerine bir öğrenme fırsatı olarak görüp benimseyenler için, her zaman en iyi öğretmen olmuştur.
Bu anlamda, bütün bu geçirdiğimiz süreç boyunca o kadar çok şey öğrendik ki, belki bir ömür öğrendiklerimize bedel şeyi birkaç ay içinde öğrendik, günlük hayatta kolayca yapıp geçtiğimiz en basit şeyleri bile tekrar öğrenmemiz gerekti, bize öğretilen bir çok şeyin doğruluğunu da sorguladık aynı zamanda.
Eşyaya bağımlılığımız sınandı, aileden uzak kalmayı, kendi başımızın çaresine bakmayı öğrendik, özlemle başa çıkmayı öğrendik, daha farklı ve daha iyi ebeveyn nasıl olabileceğimizi düşündük, daha sade, daha minimalist ve daha mutlu yaşamanın mümkün olduğunu gördük, küçük şeylerin de büyük mutluluklar verebileceğini gördük, bazı çok kemikleşmiş önyargılarımızı ufak ufak kırdık.
Ve buraya geldiğimizden itibaren, hayatımızdaki günlük stres seviyesinin ve kaygının ne kadar ciddi miktarda azaldığını gördük. Başa çıktığımızı zannettiğimiz küçük küçük stres kaynaklarıymış aslında bizi içten içten bitiren. Bu küçük stres kaynakları gidince, örneğin trafik diye bir kavram hayatımızdan çıkınca, bir yerlere yetişmek için sürekli koşturmak bitince, insanlar birbirine “merhaba”, “günaydın”, “önden siz buyurun” diyince, gülümseyince, daha bol temiz hava alınca, daha çok hareket edip, arabadan inip hep beraber bisiklete binince, daha çok boş zamanımız olunca, hayat bambaşka bir hal aldı. Ama bunları, kesinlikle o düzenin içinden bir şekilde çıkıp, dışarıdan bakmadan anlayamıyorsunuz. Çünkü alıştığınız, normal bellediğiniz düzeni sorgulamak, ya da daha farklı bir hayat olabileceği aklınıza gelmiyor. İşte bu yüzden diyorum, tüm bunları, bu işi aklıma düşüren o recruiter’a borçluyum diye.
Uzun vadede amacımız, en öncelikli olarak, Ekin’in mümkün olduğunca iyi ve müreffeh bir hayatı olması, yabancı dil(ler) öğrenmesi, “dünya vatandaşı” olması, iyi bir eğitim alması ve her şeyden önce mutlu ve huzurlu olması.
Kısa vadede de, artık daha huzurlu, daha stressiz, daha kaygısız ve daha sade bir hayatı arzuluyoruz kısaca.
Biz buraya katiyen para için falan gelmedik. Hatta maaşla ilgili en ufak bir pazarlık yapmadım, ne verdilerse olduğu gibi kabul edip imzayı attım. Türkiye’de kazandığımız para bize fazlasıyla yetiyordu, burada kazandığımız para da bize şu an için fazlasıyla yetiyor.
Şunu söyleyebilirim ki, bazı durumlarda daha az para, daha bereketli bile olabiliyor, daha çok huzur getirebiliyor, emin olun. Bunu ben bizzat yaşadım. Çok büyük ve prestijli bir firmadan, psikolojimi bozduğu ve hakkımı yediğini düşündüğüm için, daha az maaşa, daha küçük bir firmaya geçtim (şirket ismi vermeme gerek bile yok, hakkımda çok kısa bir araştırma yapan zaten anında anlar). Ve bu iş değişikliğinin mükafatını uzun vadede kat kat geri aldım, hem mesleki gelişim olarak, hem maddi olarak hem de psikolojik olarak. Bu daha küçük dediğim firmada uzun yıllar çalıştım ve çok da güzel zamanlarım geçti orada. Bana özverimin hakkını da her zaman ödediler, belki de o büyük ve güçlü dediğim firmadan daha iyi ödediler. Ben hiçbir zaman daha fazla para için kılımı kıpırdatmadım, öncelikle işimi iyi yapmaya, insanlarla iyi geçinmeye ve kendimi geliştirmeye çalıştım. Bunun sonucu olarak bana her zaman daha fazla para geldi. Bunun için evrene minnettarım.
Kaldı ki para hırsı, tüketim hevesi, mal mülk edinme yarışı insanın hiçbir zaman tatmin olmayacağı bir çırpınış. Neden mutsuz olduğunu düşünmek yerine, tüketerek mutlu olmaya çalışan insanlarla dolu etraf. Bu çok üzücü bir şey.
Bu yüzden şansımızı denedik. Daha anlamlı ve huzurlu bir hayat arayışıyla, bu değişimi göze aldık. Bu değişime ayak uydurmayı başardıkça mutluluğumuz arttı, mutluluğumuz arttıkça daha iyi adapte olduk.
Tüm bunların neticesi olarak, şu düşüncemde ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım: hayatta göze aldığınız zorluklar ne kadar büyük olursa, mükafatı ve getirdiği mutluluk da o kadar büyük oluyor. Tıpkı bir sinüs eğrisi gibi.
Bu yazıyı yazarak hem bu serüvene atılmamış ya da atılmayı düşünen kişilere bir pencere açmak istedim, hem de bunca ay boyunca neler yaşadığımızı, ne yiyip içtiğimizi, başımıza neler geldiğini merak eden arkadaşlarıma ve aileme bir kayıt sunmak istedim. Yazıyı uzun süredir yayına hazırlamaya uğraştığım için de takip edebilmek için versiyonlama yaptım. Kapsamaya çalıştığım zaman dilimi uzun olduğu için tabi yazı uzun oldu ama umarım anlatımım yeterince akıcı olmuştur. Herhangi bir kusurumuz olduysa affola.
Şimdilik benden bu kadar. Sağlıcakla kalın.
4 yorum
Gökhan · 12/01/2021 19:43 tarihinde
Koca bir yılı, aldığın bisikletin gidonundan tecrübe ettiğin vizyona ve kelle avcısına kadar buraya sığdırmışsın, helal. Kelle avcısı ile bir tanışalım yav, DT!
Ismini simdilik vermeyen istemeyen bir okuyucu · 07/06/2021 00:47 tarihinde
Saat gece 1.00 uykum kacmis. Aylardir hollanda is basvuru surecindeyim. Yazinin her kelimesini, uzun zamandir kurdugum hayali gerceklestirmiste ben yazmisim gibi okudum. Cok guzel oldu bayagi da farkli bilgilerim buldum 🙂 kaleminize saglik.. Su an asml ile bi mulakat surecindeyim. Kim bilir belki orda karsiliriz 🙂
DT · 24/06/2021 00:10 tarihinde
Yazının işinize yaramasına ve hoşunuza gitmesine sevindim. Yazma amacım buydu çünkü, bilgi aktarmak ve motive etmek. Umarım ki olumlu neticenizden sonra tekrar iletişime geçersiniz ve geldiğinizde tanışırız 🙂
Oguzhan · 17/06/2022 09:26 tarihinde
Ne guzel, detayli ama sikmayan ve samimi bir yazi olmus, harika gercekten. Elinize saglik